31 Ağustos 2008 Pazar

rüyam

tünel'in kapısından önümdeki adama kendi varlığımı belli etmeden çıkmaya çalışıyorum. hemen önümde oysa, beni rahatlıkla görebilir. kafasını çevirse beni hemen fark edebilir. zaten tanınıyor diye herkes onu fark ediyor. fark ettiklerini de belli etmiyorlar. ama yürüyorlar yanı başında...

hemen kapının önünde duruveriyor adam. paniklemiyorum ama tedirginlik hissediyorum. nereye gideceğini bilmediğim için onu takip etmek de kolay değil. sağa dönüveriyor. istiklal caddesi'nde bir işi olmalı. ama öyle olsaydı taksim'den inmez miydi caddeye? neden tünel'den geldi ki? o zaman işi yakınlarda bir yerlerde, buralarda.. karşıdaki pasaja mı girecek acaba? yok, girmiyor; tramvayın kalkmasını beklemiş. tramvayın hemen ardından yürümeye başladı. durağın arkasında biraz bekliyorum. beni görmesini istemiyorum elbette. duruyormuşum gibi, sağa sola bakınıyormuşum gibi yapıyorum. başkaları beni fark ediyorlar ama o neyse ki beni fark etmiyor.

hemen sağımda galip dede caddesi var; neden bu kadar az insan var? genellikle çok kalabalık olurdu burası bu saatlerde. sanki caddedeki herkes birkaç saniyeliğine söz birliği etmişçesine dükkanlara girmiş, sokak aralarına sapmış, ortadan kaybolmuş gibi. ama biraz önce burada değiller miydi? hatırlayamıyorum.

sağ taraftaki isveç konsolosluğunun bahçesindeki manolyalar iki avucum kadar kocamanlar, boy boy açmışlar. mor renk ne kadar yakışıyor manolyalara. durup iyice sindirmek için iyice bakıyorum onlara. beyaza dönen mor ne güzelmiş, belki de açık beyaz bu renk...

hemen ileride eskiden hachette kitapçısı olan binaya doğru ilerliyor.. şaşırıyorum. kahve mi içecek? yok, duraklıyor, hemen sağında alman kitap evi var. alman mıydı bu adam? yok, değil. biliyorum olmadığını. şiirlerini türkçe yazıyor. hemen yan taraftaki kitab-ı mukaddes şirketine giriyor kapıyı bir çabuk açıp adımlarını hızlıca atarak... bekliyorum, ben de içeri gireceğim.

kapının hemen üzerinde asılı olan çıngıraklı zil çalmasın diye usulca açıyorum kapıyı. arkama bakıyorum sanki beni de izliyorlarmış gibi. elbette sokakta kimse yok. neden yoklar bilmiyorum ama yok işte kimse... kitapçı tezgahı boş. biraz önce genç, daha doğrusu orta yaşlarda bir kadın yok muydu burada? herhalde adam içeri girince birlikte içeriye gittiler. dükkanda kimse yok. içeride ne var acaba? bu taraftan mı geçiliyor? arkada odalar mı varmış? burada kim kalıyor acaba? içeri girmek istesem de temkinli davranıp önce kafamı uzatıyorum. hepsi de boş, tertemiz sakız kokulu, çam bezeli yataklar var odalarda... kalan kişi veya kişiler uzun kalmıyorlar herhalde, odalarda dolap yok. küçük bir yatak, yatağın hemen yanı başında küçük bir komodin, komodinin üzerinde içeriye loş ışık salan sarı ampullü bir gece lambası, yerde küçük bir kilim, duvarda da ne olduğunu anlamadığım sarıya çalan tonlarda büyük ihtimalle manzara olması planlanan bir resim var. hemen hemen 6-7 oda sayıyorum. hepsi de boş, nedenini anlayamıyorum. ama burada kalanlar nereye gittiler?

koridora açılan kapıların hepsine teker teker dikkatle bakıyor, inceliyorum. birkaç koridor daha var. ne kadar büyükmüş burası. st benoit dispanserinin koridorlarına benziyor. hastane olmadığına göre neden yataklar var bu kitapçıda?

bir kaç adım atıldığını, hafif ayak sesleri duyuyorum. ayak seslerinin ve mırıltıların hangi odadan geldiğini anlamak için başka bir koridora giriyorum. koridora vuran gölgelerden seslerin hangi odadan geldiğini az buçuk kestiriyorum. oraya yöneliyorum.

kapı aralığından içeriye baktığımda yatakta yatanı hemen tanıyorum. buraya kadar izledim onu. üzerindeki humphrey bogart modeli pardesüyü çıkarttığını, beyaz gömleğinin kollarını da kıvırdığını fark ediyorum. yatağa uzanmış, gözlerini de kapatmış ancak uyumuyor. kitapçıdaki tezgahtar kadın ise yatağın yanındaki komodinin üzerindeki serum şişesini yine yatağın kenarında duran metal ayaklı askılığa asıyor ve bir ucunu da şairin koluna takıyor. şair hiç kıpırdamıyor; canı yanmadı. eli ne hafifmiş kadının! ben olsam canını yakabilirdim şairin. elleri hiç titremedi oysa tezgahtarın. sanki çok alışkınmış, bunu defalarca yapmış gibi birkaç saniyede işini bitiriyor.

yandaki odaya süzülüyorum. beni görmemeleri lazım. onu izlediğimi anlarlarsa çok garip bir durum yaşanır.. girdiğim odada, yatakların yanındaki komodinlerin üzerinde birer kitap olduğunu fark ediyorum. kitapların adları yazılı değil. içini açıp baktığımda kitabın aslında sayfaları bomboş, beyaz yapraklarla dolu kalınca bir defter olduğunu anlıyorum. sonra yine ayak sesleri, kapanan kapı...

şairin biraz önce uzandığı yatak artık boş. uzanıp komodinin üzerindeki kitabı elime alıyorum. ancak o zaman fark ediyorum, ne kadar aptalım! şairin kanı şiirin mürekkebi.... uzanıp kanını akıttığında o boş şişelere, şair kendi kanıyla yazdı şiirlerini..

uyanıyorum...

1 Ağustos 2008 Cuma

japon turist rehberine bir dolu soru soruyor. herkes gibi, her türlü milletten insan gibi merak ediyorlar. "bu sizin türk bayrağındaki C harfi neyi simgeliyor acaba?" rehber şöyle bir duruyor, bir tokat aşketsem kendine gelir mi allahın adamı, yoksa sabır deyip sussam mı, diye birkaç saniye durup düşünüyor. "o bizim bayraktaki C harfi var ya" diyor, " sizin bayraktaki O harfi gibi aynı; yanyana gelince Orange County gibi bir yerin kısaltması oluyor"....
gökler yıldızlar, evren dünya, gezegenler diye düşünen insanlar neredeler yahu? herkes patates spor.
insanın içinde sevgi kalmayınca nasıl bir boşluk oluşuyormuş... şimdiye dek hiç yaşamamıştım. kimseyi, hiç bir şeyi, çevrendekileri, çiçeği, böceği, hayatı sevmeyince buz kalıbı gibi oluyor insan. duruyor... öyle bir boşluk oluşuyor ki, ancak başka güçlü bir duyguyla dolabilir. nasıl nefret dolu olabileceğimi fark edince öyle ürktüm ki... ancak şimdi anlayabiliyorum. artık nefret edebiliyorum.

18 Temmuz 2008 Cuma

limonata tadında

ali muhiddin hacı bekir'in eminönü'ndeki güzelim dükkanına bir hışımla, kendime son derece güveniyormuş gibi görünerek rank diye girdim. ne istediğimi biliyorum, hemen alıp çıkacağım. gözlüğümü çıkardım. kasaya doğru yürüdüm, biraz bekledim. kasadaki arkadaş "buyurun hanımefendi" dedi. bir daha güvendim kendime. "şu çikolatalı lokumlardan var mıydı?" diye sordum. oteldeki arkadaşlara birşeyler götüreyim istiyorum. akşam beş çaylarında kurabiye, poğaça ikram ediyorlar, öğlenleri yaptıkları patlıcanlı güveci, bulgur pilavını benimle paylaşıyorlar ya, biraz ayıp oluyor. "hemen efendim." ama acentedekilere de ayıp olacak. " iki tane yarım kiloluk paket almak istiyorum". bir yandan da etrafı kesiyorum. ne kadar güzel dükkan, her yeri eski, dökülüyor, kapıdaki kadınlar açık pencereli mermer tezgah üzerinden hindiba şerbeti veya limonata alıp dikiyorlar kafalarına serin serin. "limonata ikram edelim mi size, içer misiniz?" amanin, içmez miyim? yoksa eşek kadar pahalı mı bu aldığım lokumlar? niye birşeyler ikram etmek istiyorlar? ekabir müşteri durumuna mı düştüm? "ne kadar kilosu?" "yarım kilosu 24, iki paket toplam 48 YTL efendim". ohara junction into the subject. ne kadar pahalıymış! iptal edemeyiz şimdi. birden panik oluyorum. çaktırmayalım. neden cebi dolu, zengin müşteri konumuna düştüm ki şimdi? 100 gr alsaydım ikram edilmez ki ama. "tamam iki paket olsun." "limonata?" off bee. içmeyi de o kadar istiyorum ki, iki kere baktım limonatanın şırıltılı şelalesine. "peki, çok teşekkür ederim, çok naziksiniz" allam ne kadar pahalı birşey almış olmalıyım ki, adam cidden müşteriye ayıp olmasın modunda limonata ikram ediyor." oturmak ister miydiniz?" yapma abi ya.. ne halt ettim ben ? palaks bardakta buz gibi, üzeri terli limonata geliyor. adam hiç üşenmemiş, ikram nasıl olsa, fazla doldurmayayım dememiş, ağzına kadar doldurmuş. hiç dökmeden de getirdi. bardak yapış yapış da değil. "çok teşekkür ederim, sağolun" bir yudum alıyorum. limonata o kadar güzel geldi ki, kafama dikip bitirmemek için zor tuttum kendimi. ona kadar saydım, bir yudum daha. ona kadar say, aman dibinde o minik limon lifçiklerinden de var. naneli mi ne? "lokum da alır mıydınız?" abi yapmayın, can evimden vurdunuz beni. gitti paralar diyorum ama yemeden de edemiyorum.
pakedi bir güzel rafyayla sarıyor kasadaki terli adam, rafyaları da makasla kıvırttırıyor, bir güzel bayramlık şeker ambalajında tek tek torbalara koyuyor aldıklarımı. cüzdanımdaki tek elliliğe bakıyorum, kredi kartıyla mı ödesem? adam bana iki YTL uzatınca onu almasam mı, limonata ikram etti ya, bahşiş gibi olur. ama o zaman elli lira vermiş olacağım, niye kastım ki ben o kadar? "teşekkür ederim." "yine bekleriz efendim". biraz zor gelirim buraya ben bu sene . bunu unutmam zaman alacağına göre... ya bana da ikram etmezlerse lokumu verdiğimde, hepsini yerlerse? yok yahu, ikram ederler. nasıl oldu, ben nasıl zengin müşteri klasmanına girdim. "iyi günler hanımefendi." "hayırlı işler". kapıdan çıkıyorum. elimdeki paketler elimde değilmiş gibi hızlı hızlı, kendimden emin adımlarla yürüyorum. gözlüğümü de taktım. aha da yoldaki araba durup bana yol verdi. allam nasıl oldu bunlar? bir koşuda eve gidesim var ama hava çok sıcak. limonatanın şekeri ağzımın kenarına yapışmış, yalanınca tadı yine geliyor ağzıma. çok güzel gitti bu sıcakta...

15 Temmuz 2008 Salı

neredeyse kafam kadar bir boşluk bu içimdeki.. şeytan diyor ki kopar at; yenisi çıkmasın. yarım kalanları tamamlayamadan.