12 Temmuz 2012 Perşembe

Yağmurun sesine bak

         Budapeşte’yi ilk gördüğümde ne yapacağımı, bu kent hakkında ne düşünmem gerektiğini anlamam zaman almıştı. Aslında kentin karanlık sokaklarına, II. Dünya Savaşı’ndan kalma kurşun delikleriyle dolu sıvası dökülmüş duvarlarına, bir zamanların imparatorluk kenti olduğunu belli eden her türlü süsleme ve mimari ayrıntıyla dolu binalarına bakınca insan önce hayranlıkla doluyor, kentteki ataleti hissedince de içi sıkılıyordu. Bu kente gideceğimi söylediğimde daha önce burada bulunmuş herkes “Budapeşte mi? Kaçarak uzaklaş oradan!” diyerek hislerini açıkça belli etmişlerdi. Kent huzursuzluk doluydu. Karanlıktı ve yağmur yağıyordu ama havadaki netlik, kentin keskin ve inkarsız, dürüst yüzünü her şekilde gösterme isteği biraz da olsa insana umut veriyordu. Çok dürüst bir kentti Budapeşte; bir o kadar da tanıdıktı çünkü kentin ortasından akan Tuna’nın boz bulanık suları taşıdığı Avrupa ruhu ile ortalıkta rahatça dolanıyordu. Kentin her yerinde, tüm sokaklarında, yüksek binalarının her köşesinde yer alan, şehitlere veya ülkenin ünlü düşünür, yazar benzeri önemli kişilerine adanmış varlığı belli belirsiz isim plakalarına baktığınızda herşey burada yaşamış insanları anlatıyordu. Budapeşte bana fazlasıyla tanıdık gelmişti, zira kent İstanbul kadar olmasa da tıkabasa hüzün, pişmanlık ve umut doluydu. Her yanı hüznün eflatunuyla boyalıyken bile İstanbul’un aydınlık yüzü Boğaziçi bakınca insanı gülümsetir; Budapeşte daha sonra bir Haziran günü beni sevgiyle kucaklayacaktı. Her yer yemyeşildi. Hala umut vardı.


         Havaalanına doğru gidebilmek için binmem gereken servis beni ancak kaldığım yerden alabiliyordu. Budapeşte’ye iş için gitmiştim ve Tuna nehrinin üzerindeki üç adadan biri olan Margit adasında bir otelde düzenlenen toplantı bittiğinde taksi ile kaldığım yere doğru yola çıktım. Bindiğim taksi bildiğiniz lüks araç donanımına sahip, çok temiz, yepyeni bir araçtı ve sürücüsü koyu sarı renkteki şık ceketi, eski moda kahverengi kemik güneş gözlükleriyle sanki bir Paris cafesinde kahvesini yudumlarken aracın içine ışınlanmış gibi görünen, seyrek sarı saçlı, orta yaşlarda, entellektüel görünümlü bir Macardı. Nereye gideceğimi sokak adı ve numarasıyla şöföre söyledikten sonra araç hareket etti ve şöför trafikten yakınmaya başladı. O Cuma okullar tatil olduğu ve hava artık ısındığı için herkes piknik gereçlerini, bavullarını, kamp malzemelerini alıp kendini yollara atmıştı. Taksi şöförünün “yoğun trafik” diye yakındığı araç kalabalığı yaşadığım kent için sıradan bir görüntü arz ediyordu. “Yoğun trafiğe” rağmen önünde kendi hızıyla ilerleyen çok sayıdaki bisikletliye, motorsikletlilere ve yaşlı amcalarla teyzelere sabırla ve olağan gözüyle bakan, gergin ama sessiz şöför tüm kırmızı ışıklarda yavaşlayarak durdu ve hiç korna çalmadı. Zaten kimse korna çalmıyordu.
      Yolda ilerlerken ucu kıvrık terlikleri ve sarığıyla önemli bir kişi olduğunu kavradığım, altında Piskin yazan bir heykel gördüm. Dört yol ağzında olduğu ve biz geçerken kırmızı ışık yandığı için heykele iyice bakabildim. Ne Puşkin’e benziyordu, ne de alıştığım gibi heykeli yapılan kişinin adı yanlış yazılmış olabilirdi.

"Bu heykel kime ait? Pişkin kimdir?"
"Puşkin değil o. Macar değildi Puşkin."
"Biliyorum Puşkin olmadığını. Pişkin yazıyor zaten altında."
"Yazar değil o."
"Anlıyorum ama bu heykeli dikilen kişi kim?"
"Polonya asıllı bir amiral. Çok savaş kazanmıştı."
     
Taksi şöförü beni hem cahil yerine koyup azarlamış, hem de tam olarak soruma yanıt vermemişti. Biraz bozulsam da, her gün kırk türlü insan evladı ile karşılaştığına verip birşey söylemedim.

"Nerelisiniz acaba?"
"Türk’üm ben. İstanbulluyum."

       Taksi şöförü ilk kez gülümsedi. Kolunu açık camdan çıkarıp rüzgarı hissetti. Nedense Türk olmam onu çok sevindirmişti.
       Kaldığım yere vardığımızda taksi şöförü önce adresi kontrol etti. Kapıdaki yazıyı okunca çok şaşırdı.

"Polis misiniz?"
"Hayır, değilim."

       Acele acele çantalarımı taksinin arkasından indirip yere koyan taksi şöförü şaşkınlıktan neredeyse tizleşmiş sesiyle bana teşekkür ederek iyi yolculuklar diledi. Oysa ben kente yeni gelmiştim. Gülümsedim. Çantalarımı alarak kapıdaki zile bastım. Otomatik kapı açıldı. Beni tanıyan kapıdaki görevli kendi dilinde beni selamladı. Ben de onu selamlayarak daha önce girdiğim kapılardan içeriye bir daha girdim. Hava güzeldi, karanlıktı ve yağmur yağıyordu.