Budapeşte’yi ilk gördüğümde ne yapacağımı, bu
kent hakkında ne düşünmem gerektiğini anlamam zaman almıştı. Aslında kentin
karanlık sokaklarına, II. Dünya Savaşı’ndan kalma kurşun delikleriyle dolu sıvası
dökülmüş duvarlarına, bir zamanların imparatorluk kenti olduğunu belli eden her
türlü süsleme ve mimari ayrıntıyla dolu binalarına bakınca insan önce
hayranlıkla doluyor, kentteki ataleti hissedince de içi sıkılıyordu. Bu kente
gideceğimi söylediğimde daha önce burada bulunmuş herkes “Budapeşte mi? Kaçarak
uzaklaş oradan!” diyerek hislerini açıkça belli etmişlerdi. Kent huzursuzluk
doluydu. Karanlıktı ve yağmur yağıyordu ama havadaki netlik, kentin keskin ve
inkarsız, dürüst yüzünü her şekilde gösterme isteği biraz da olsa insana umut
veriyordu. Çok dürüst bir kentti Budapeşte; bir o kadar da tanıdıktı çünkü kentin
ortasından akan Tuna’nın boz bulanık suları taşıdığı Avrupa ruhu ile ortalıkta
rahatça dolanıyordu. Kentin her yerinde, tüm sokaklarında, yüksek binalarının her
köşesinde yer alan, şehitlere veya ülkenin ünlü düşünür, yazar benzeri önemli
kişilerine adanmış varlığı belli belirsiz isim plakalarına baktığınızda herşey
burada yaşamış insanları anlatıyordu. Budapeşte bana fazlasıyla tanıdık
gelmişti, zira kent İstanbul kadar olmasa da tıkabasa hüzün, pişmanlık ve umut
doluydu. Her yanı hüznün eflatunuyla boyalıyken bile İstanbul’un aydınlık yüzü
Boğaziçi bakınca insanı gülümsetir; Budapeşte daha sonra bir Haziran günü beni
sevgiyle kucaklayacaktı. Her yer yemyeşildi. Hala umut vardı.
Havaalanına
doğru gidebilmek için binmem gereken servis beni ancak kaldığım yerden
alabiliyordu. Budapeşte’ye iş için gitmiştim ve Tuna nehrinin üzerindeki üç
adadan biri olan Margit adasında bir otelde düzenlenen toplantı bittiğinde
taksi ile kaldığım yere doğru yola çıktım. Bindiğim taksi bildiğiniz lüks araç
donanımına sahip, çok temiz, yepyeni bir araçtı ve sürücüsü koyu sarı renkteki
şık ceketi, eski moda kahverengi kemik güneş gözlükleriyle sanki bir Paris
cafesinde kahvesini yudumlarken aracın içine ışınlanmış gibi görünen, seyrek
sarı saçlı, orta yaşlarda, entellektüel görünümlü bir Macardı. Nereye
gideceğimi sokak adı ve numarasıyla şöföre söyledikten sonra araç hareket etti
ve şöför trafikten yakınmaya başladı. O Cuma okullar tatil olduğu ve hava artık
ısındığı için herkes piknik gereçlerini, bavullarını, kamp malzemelerini alıp
kendini yollara atmıştı. Taksi şöförünün “yoğun trafik” diye yakındığı araç
kalabalığı yaşadığım kent için sıradan bir görüntü arz ediyordu. “Yoğun
trafiğe” rağmen önünde kendi hızıyla ilerleyen çok sayıdaki bisikletliye,
motorsikletlilere ve yaşlı amcalarla teyzelere sabırla ve olağan gözüyle bakan,
gergin ama sessiz şöför tüm kırmızı ışıklarda yavaşlayarak durdu ve hiç korna
çalmadı. Zaten kimse korna çalmıyordu.
Yolda ilerlerken
ucu kıvrık terlikleri ve sarığıyla önemli bir kişi olduğunu kavradığım, altında
Piskin yazan bir heykel gördüm. Dört yol ağzında olduğu ve biz geçerken kırmızı
ışık yandığı için heykele iyice bakabildim. Ne Puşkin’e benziyordu, ne de
alıştığım gibi heykeli yapılan kişinin adı yanlış yazılmış olabilirdi.
"
Bu
heykel kime ait? Pişkin kimdir?"
"
Puşkin
değil o. Macar değildi Puşkin."
"
Biliyorum
Puşkin olmadığını. Pişkin yazıyor zaten altında."
"
Yazar
değil o."
"
Anlıyorum
ama bu heykeli dikilen kişi kim?"
"
Polonya
asıllı bir amiral. Çok savaş kazanmıştı."
Taksi
şöförü beni hem cahil yerine koyup azarlamış, hem de tam olarak soruma yanıt
vermemişti. Biraz bozulsam da, her gün kırk türlü insan evladı ile
karşılaştığına verip birşey söylemedim.
"
Nerelisiniz
acaba?"
"Türk’üm
ben. İstanbulluyum."
Taksi
şöförü ilk kez gülümsedi. Kolunu açık camdan çıkarıp rüzgarı hissetti. Nedense
Türk olmam onu çok sevindirmişti.
Kaldığım
yere vardığımızda taksi şöförü önce adresi kontrol etti. Kapıdaki yazıyı okunca
çok şaşırdı.
"
Polis
misiniz?"
"
Hayır,
değilim."
Acele
acele çantalarımı taksinin arkasından indirip yere koyan taksi şöförü
şaşkınlıktan neredeyse tizleşmiş sesiyle bana teşekkür ederek iyi yolculuklar
diledi. Oysa ben kente yeni gelmiştim. Gülümsedim. Çantalarımı alarak kapıdaki
zile bastım. Otomatik kapı açıldı. Beni tanıyan kapıdaki görevli kendi dilinde
beni selamladı. Ben de onu selamlayarak daha önce girdiğim kapılardan içeriye
bir daha girdim. Hava güzeldi, karanlıktı ve yağmur yağıyordu.