26 Şubat 2015 Perşembe

Everyone loves a good story told. 

They love to listen to the stories over and over no matter how many times they listen to it. They think they know the story told inside out by heart but they still listen to it. Every still twist in it, every little detail, character, their costumes unseen to the real eye told in every nook and cranny hidden in the story itself… Stories may be the same, sound the same with different names and places mentioned but they still have the same ending. It doesn't matter if someone else tells you the same story. It doesn't matter... As long as it is a good story, people would just stop and listen because they want to believe in the world of the spies, killers, heroes and villains. Their names would differ but the story would sound as if it is the same story of the eternal and never-ending fight between the good and the bad, white and black, peace or doom. If the ending is not like the way people would like to hear or expect to resolve in, they want to listen to the story again told by someone else. 

It is not the age of the spies or heroes anymore. It is the age of miracles; horrific miracles that may bring the end for the reader of the story. Only if you believe in miracles...

15 Şubat 2014 Cumartesi

Unutun beni… Sizinle yediğim yemekleri unutun. Birlikte gittiğimiz konserleri, yanınızda durup çalan harika müziklerin coşkusuyla birbirimize bakıp içten, sıcacık gülümsediğimiz o akşamları unutun. Sanki orada hiç olmamışım, hiç yanınızda durmamışım, birbirimize sarılıp müziği paylaşmanın keyfini hiç yaşamamışız gibi unutun.

Yazdığım tüm o aşk mektuplarını unutun. Size sayfalar dolusu, günlerce, her gece, yıllarca yazdığım şiirleri, buluşlar yapıp “sevgimi anlatmayı bir de böyle deneyeyim” demek için kesip yapıştırdığım çiçek resimli mektupları, yıkadığım marulları, yenidünya ağacının altında oturup göğe bakarken gelen Nisan ayını nasıl kokladığımızı unutun. Verdiğim, aldığım ve paylaştığım her şeyi unutun.

Muz kabuğuna basıp düştüğünüzde elinizi tuttuğumu unutun.  Yalnız olduğunuz için sevgililer gününde bir başınıza kalmayın diye akşam yemeğine sizi de çağırdığımı unutun. Size yeni giysiler aldığımı, doğum günlerinizi sabırsızlıkla beklediğimi, besteler yaptığımı, kabak kızarttığımı, ayakkabılarınızı boyadığımı unutun.

Babanız öldüğünde nasıl üzüldüğünüzü unutun. Bir gece yarısı beni çağırdığınızı unutun. Cin içip hüzünlendiğimizi unutun. Bana biletler aldığınızı, elimden tuttuğunuzu, saçımı okşadığınızı, dağlara baktığımızı, taşa, toprağa şaşırdığımızı, hayatı unutun.

Siz köşe başındayken, yokuşun dibinde oturduğumu unutun.

Davul çaldığımı, nasıl savrulduğumu, özlemekten öleyazdığımı, güneşte yanınca yoğurt sürmemi istediğinizi, şarkı sözlerini hiç hatırlayamadığımı ama şarkıları hep hatırladığımı, bana söylediklerinizi, anlattıklarınızı, sesinizi unutun. Ben unutamıyorum.


12 Temmuz 2012 Perşembe

Yağmurun sesine bak

         Budapeşte’yi ilk gördüğümde ne yapacağımı, bu kent hakkında ne düşünmem gerektiğini anlamam zaman almıştı. Aslında kentin karanlık sokaklarına, II. Dünya Savaşı’ndan kalma kurşun delikleriyle dolu sıvası dökülmüş duvarlarına, bir zamanların imparatorluk kenti olduğunu belli eden her türlü süsleme ve mimari ayrıntıyla dolu binalarına bakınca insan önce hayranlıkla doluyor, kentteki ataleti hissedince de içi sıkılıyordu. Bu kente gideceğimi söylediğimde daha önce burada bulunmuş herkes “Budapeşte mi? Kaçarak uzaklaş oradan!” diyerek hislerini açıkça belli etmişlerdi. Kent huzursuzluk doluydu. Karanlıktı ve yağmur yağıyordu ama havadaki netlik, kentin keskin ve inkarsız, dürüst yüzünü her şekilde gösterme isteği biraz da olsa insana umut veriyordu. Çok dürüst bir kentti Budapeşte; bir o kadar da tanıdıktı çünkü kentin ortasından akan Tuna’nın boz bulanık suları taşıdığı Avrupa ruhu ile ortalıkta rahatça dolanıyordu. Kentin her yerinde, tüm sokaklarında, yüksek binalarının her köşesinde yer alan, şehitlere veya ülkenin ünlü düşünür, yazar benzeri önemli kişilerine adanmış varlığı belli belirsiz isim plakalarına baktığınızda herşey burada yaşamış insanları anlatıyordu. Budapeşte bana fazlasıyla tanıdık gelmişti, zira kent İstanbul kadar olmasa da tıkabasa hüzün, pişmanlık ve umut doluydu. Her yanı hüznün eflatunuyla boyalıyken bile İstanbul’un aydınlık yüzü Boğaziçi bakınca insanı gülümsetir; Budapeşte daha sonra bir Haziran günü beni sevgiyle kucaklayacaktı. Her yer yemyeşildi. Hala umut vardı.


         Havaalanına doğru gidebilmek için binmem gereken servis beni ancak kaldığım yerden alabiliyordu. Budapeşte’ye iş için gitmiştim ve Tuna nehrinin üzerindeki üç adadan biri olan Margit adasında bir otelde düzenlenen toplantı bittiğinde taksi ile kaldığım yere doğru yola çıktım. Bindiğim taksi bildiğiniz lüks araç donanımına sahip, çok temiz, yepyeni bir araçtı ve sürücüsü koyu sarı renkteki şık ceketi, eski moda kahverengi kemik güneş gözlükleriyle sanki bir Paris cafesinde kahvesini yudumlarken aracın içine ışınlanmış gibi görünen, seyrek sarı saçlı, orta yaşlarda, entellektüel görünümlü bir Macardı. Nereye gideceğimi sokak adı ve numarasıyla şöföre söyledikten sonra araç hareket etti ve şöför trafikten yakınmaya başladı. O Cuma okullar tatil olduğu ve hava artık ısındığı için herkes piknik gereçlerini, bavullarını, kamp malzemelerini alıp kendini yollara atmıştı. Taksi şöförünün “yoğun trafik” diye yakındığı araç kalabalığı yaşadığım kent için sıradan bir görüntü arz ediyordu. “Yoğun trafiğe” rağmen önünde kendi hızıyla ilerleyen çok sayıdaki bisikletliye, motorsikletlilere ve yaşlı amcalarla teyzelere sabırla ve olağan gözüyle bakan, gergin ama sessiz şöför tüm kırmızı ışıklarda yavaşlayarak durdu ve hiç korna çalmadı. Zaten kimse korna çalmıyordu.
      Yolda ilerlerken ucu kıvrık terlikleri ve sarığıyla önemli bir kişi olduğunu kavradığım, altında Piskin yazan bir heykel gördüm. Dört yol ağzında olduğu ve biz geçerken kırmızı ışık yandığı için heykele iyice bakabildim. Ne Puşkin’e benziyordu, ne de alıştığım gibi heykeli yapılan kişinin adı yanlış yazılmış olabilirdi.

"Bu heykel kime ait? Pişkin kimdir?"
"Puşkin değil o. Macar değildi Puşkin."
"Biliyorum Puşkin olmadığını. Pişkin yazıyor zaten altında."
"Yazar değil o."
"Anlıyorum ama bu heykeli dikilen kişi kim?"
"Polonya asıllı bir amiral. Çok savaş kazanmıştı."
     
Taksi şöförü beni hem cahil yerine koyup azarlamış, hem de tam olarak soruma yanıt vermemişti. Biraz bozulsam da, her gün kırk türlü insan evladı ile karşılaştığına verip birşey söylemedim.

"Nerelisiniz acaba?"
"Türk’üm ben. İstanbulluyum."

       Taksi şöförü ilk kez gülümsedi. Kolunu açık camdan çıkarıp rüzgarı hissetti. Nedense Türk olmam onu çok sevindirmişti.
       Kaldığım yere vardığımızda taksi şöförü önce adresi kontrol etti. Kapıdaki yazıyı okunca çok şaşırdı.

"Polis misiniz?"
"Hayır, değilim."

       Acele acele çantalarımı taksinin arkasından indirip yere koyan taksi şöförü şaşkınlıktan neredeyse tizleşmiş sesiyle bana teşekkür ederek iyi yolculuklar diledi. Oysa ben kente yeni gelmiştim. Gülümsedim. Çantalarımı alarak kapıdaki zile bastım. Otomatik kapı açıldı. Beni tanıyan kapıdaki görevli kendi dilinde beni selamladı. Ben de onu selamlayarak daha önce girdiğim kapılardan içeriye bir daha girdim. Hava güzeldi, karanlıktı ve yağmur yağıyordu.

9 Haziran 2012 Cumartesi

now or never


I just met this young 21 year old boy who has a very few clues at hand but totally ignorant about life. From the moment he met me, he was watching every single move I was making, word I was saying and comment I was making. He is a total sweetheart who is a little bit of overweight for his age. In my time, 21 year olds were so slim and thin; moms would worry that they would die of over masturbating and being thin. His case was different.
We were all invited for a farewell dinner because this girl from Singapore on holiday was due to leave the next couple of days. Most of us helped her to cook a delicious Thai meal which ended up quite late on the table. During all that time, he was following me with his eyes, trying to understand how things worked in the office, who we were, what we thought and how we reacted. There was an order there, he could sense it, he knew it but he had no idea how the strings were tied to each other to set it up. We were all human beings waiting to end up hitting a tree so he had to watch the signs. 
When all was ready, I chose a chair which I always do to seat myself because I kind of feel safer knowing where I will be placed. Until 10 years ago, I would never move out of that chair since it would be my safe spot. I would barely convince myself to move off it to reach for salt or pepper. I would never have eye contact with any of the 15 or 25 people around me, listening to what is discussed or the silence around me, watching to learn more to use it later on. That was called being social. This time my safe chair could be any chair and I left the office a few times to go and buy cigarettes and liquor only to find him sitting at the front of the office waiting for me. “Where did you go?” he said. “I thought you have left since you finished cooking.” I said “No, I just stepped out to buy some raki. I am back.” He smiled and followed me in to the office.

We talked a little bit. The food was delicious, so good and different and felt so homey; I could eat until the next morning. She has prepared ginger chicken, fried rice with mushrooms which I have washed and chopped. She baked some delicious pears to go with vanilla ice cream. I could not dare to drink anything; I would just lie on the concrete floor waiting to crack into two.
I asked him about the book he was reading. He said it was not meant to be for everyone. The story was about a crooked character that ended up in gutter stories. He was good looking so the story had to be interesting. He wanted to bring the first book by the same author and I refused. I was hungry and focused on the food. I could not look at a book or make a comment on it yet. I had to feed myself before my mind.
While everybody was making comments on the food and joked around with each other, he kept smiling and chuckled a few times although he did not understand a word of Turkish. After a few bites people realized the guest of honor and our cook besides a few other people around the table did not speak Turkish, people started making their comments and jokes in English. The food was lovely, music was great, we were not alone and were treated well, we had made friends and everything looked promising and safe. Love was in the air and it left quickly.

I looked him in the eye only to find he was watching me with a big smile. I smiled back.
“What?”
“Nothing. I am just enjoying the food.”              
“OK. I thought you were watching me enjoy it too.”
“Kinda. You must be very hungry.”
“I was. Now I feel better.”

Other people listened to our conversation and were waiting for me to say something confusing or discouraging for the boy.

“You know what; you should try to learn Turkish immediately.”
“I am learning. I can say Merhaba.”
“Not bad. This is your first day after all.”
When table was cleared and it all became silent, people started leaving because it had been a long and tiring day for most them since they have worked under the sun and in the sea and back on the land again. I continued to sit to smoke a few cigarettes.

Only if he knew what kind of perils were waiting for him. He would love anything and everything just like I did and still do. People will abuse him just like they abused me. They will take that love and use it and not look him in the eye. He would watch trying to capture the zeitgeist and put it in his mind frame. Would I give up and not try if I had known? Not in a zillion years! They can put their malicious thoughts far back in their asses to feel content. They will smile at you, call you, play you, send you away and not be around anymore. His will and power lies in his hopes and nobody can steal them.
This will be another day, just one other day; alone or together it will not change my past but it may change my future.

22 Ocak 2009 Perşembe

Occam's Razor

Entia non sunt multiplicanda praeter necessitatem......
Varoluşu tam anlamıyla gerekli olmayan şeylerin varlığından şüphe etmek gerekir...

31 Ağustos 2008 Pazar

rüyam

tünel'in kapısından önümdeki adama kendi varlığımı belli etmeden çıkmaya çalışıyorum. hemen önümde oysa, beni rahatlıkla görebilir. kafasını çevirse beni hemen fark edebilir. zaten tanınıyor diye herkes onu fark ediyor. fark ettiklerini de belli etmiyorlar. ama yürüyorlar yanı başında...

hemen kapının önünde duruveriyor adam. paniklemiyorum ama tedirginlik hissediyorum. nereye gideceğini bilmediğim için onu takip etmek de kolay değil. sağa dönüveriyor. istiklal caddesi'nde bir işi olmalı. ama öyle olsaydı taksim'den inmez miydi caddeye? neden tünel'den geldi ki? o zaman işi yakınlarda bir yerlerde, buralarda.. karşıdaki pasaja mı girecek acaba? yok, girmiyor; tramvayın kalkmasını beklemiş. tramvayın hemen ardından yürümeye başladı. durağın arkasında biraz bekliyorum. beni görmesini istemiyorum elbette. duruyormuşum gibi, sağa sola bakınıyormuşum gibi yapıyorum. başkaları beni fark ediyorlar ama o neyse ki beni fark etmiyor.

hemen sağımda galip dede caddesi var; neden bu kadar az insan var? genellikle çok kalabalık olurdu burası bu saatlerde. sanki caddedeki herkes birkaç saniyeliğine söz birliği etmişçesine dükkanlara girmiş, sokak aralarına sapmış, ortadan kaybolmuş gibi. ama biraz önce burada değiller miydi? hatırlayamıyorum.

sağ taraftaki isveç konsolosluğunun bahçesindeki manolyalar iki avucum kadar kocamanlar, boy boy açmışlar. mor renk ne kadar yakışıyor manolyalara. durup iyice sindirmek için iyice bakıyorum onlara. beyaza dönen mor ne güzelmiş, belki de açık beyaz bu renk...

hemen ileride eskiden hachette kitapçısı olan binaya doğru ilerliyor.. şaşırıyorum. kahve mi içecek? yok, duraklıyor, hemen sağında alman kitap evi var. alman mıydı bu adam? yok, değil. biliyorum olmadığını. şiirlerini türkçe yazıyor. hemen yan taraftaki kitab-ı mukaddes şirketine giriyor kapıyı bir çabuk açıp adımlarını hızlıca atarak... bekliyorum, ben de içeri gireceğim.

kapının hemen üzerinde asılı olan çıngıraklı zil çalmasın diye usulca açıyorum kapıyı. arkama bakıyorum sanki beni de izliyorlarmış gibi. elbette sokakta kimse yok. neden yoklar bilmiyorum ama yok işte kimse... kitapçı tezgahı boş. biraz önce genç, daha doğrusu orta yaşlarda bir kadın yok muydu burada? herhalde adam içeri girince birlikte içeriye gittiler. dükkanda kimse yok. içeride ne var acaba? bu taraftan mı geçiliyor? arkada odalar mı varmış? burada kim kalıyor acaba? içeri girmek istesem de temkinli davranıp önce kafamı uzatıyorum. hepsi de boş, tertemiz sakız kokulu, çam bezeli yataklar var odalarda... kalan kişi veya kişiler uzun kalmıyorlar herhalde, odalarda dolap yok. küçük bir yatak, yatağın hemen yanı başında küçük bir komodin, komodinin üzerinde içeriye loş ışık salan sarı ampullü bir gece lambası, yerde küçük bir kilim, duvarda da ne olduğunu anlamadığım sarıya çalan tonlarda büyük ihtimalle manzara olması planlanan bir resim var. hemen hemen 6-7 oda sayıyorum. hepsi de boş, nedenini anlayamıyorum. ama burada kalanlar nereye gittiler?

koridora açılan kapıların hepsine teker teker dikkatle bakıyor, inceliyorum. birkaç koridor daha var. ne kadar büyükmüş burası. st benoit dispanserinin koridorlarına benziyor. hastane olmadığına göre neden yataklar var bu kitapçıda?

bir kaç adım atıldığını, hafif ayak sesleri duyuyorum. ayak seslerinin ve mırıltıların hangi odadan geldiğini anlamak için başka bir koridora giriyorum. koridora vuran gölgelerden seslerin hangi odadan geldiğini az buçuk kestiriyorum. oraya yöneliyorum.

kapı aralığından içeriye baktığımda yatakta yatanı hemen tanıyorum. buraya kadar izledim onu. üzerindeki humphrey bogart modeli pardesüyü çıkarttığını, beyaz gömleğinin kollarını da kıvırdığını fark ediyorum. yatağa uzanmış, gözlerini de kapatmış ancak uyumuyor. kitapçıdaki tezgahtar kadın ise yatağın yanındaki komodinin üzerindeki serum şişesini yine yatağın kenarında duran metal ayaklı askılığa asıyor ve bir ucunu da şairin koluna takıyor. şair hiç kıpırdamıyor; canı yanmadı. eli ne hafifmiş kadının! ben olsam canını yakabilirdim şairin. elleri hiç titremedi oysa tezgahtarın. sanki çok alışkınmış, bunu defalarca yapmış gibi birkaç saniyede işini bitiriyor.

yandaki odaya süzülüyorum. beni görmemeleri lazım. onu izlediğimi anlarlarsa çok garip bir durum yaşanır.. girdiğim odada, yatakların yanındaki komodinlerin üzerinde birer kitap olduğunu fark ediyorum. kitapların adları yazılı değil. içini açıp baktığımda kitabın aslında sayfaları bomboş, beyaz yapraklarla dolu kalınca bir defter olduğunu anlıyorum. sonra yine ayak sesleri, kapanan kapı...

şairin biraz önce uzandığı yatak artık boş. uzanıp komodinin üzerindeki kitabı elime alıyorum. ancak o zaman fark ediyorum, ne kadar aptalım! şairin kanı şiirin mürekkebi.... uzanıp kanını akıttığında o boş şişelere, şair kendi kanıyla yazdı şiirlerini..

uyanıyorum...

1 Ağustos 2008 Cuma

japon turist rehberine bir dolu soru soruyor. herkes gibi, her türlü milletten insan gibi merak ediyorlar. "bu sizin türk bayrağındaki C harfi neyi simgeliyor acaba?" rehber şöyle bir duruyor, bir tokat aşketsem kendine gelir mi allahın adamı, yoksa sabır deyip sussam mı, diye birkaç saniye durup düşünüyor. "o bizim bayraktaki C harfi var ya" diyor, " sizin bayraktaki O harfi gibi aynı; yanyana gelince Orange County gibi bir yerin kısaltması oluyor"....
gökler yıldızlar, evren dünya, gezegenler diye düşünen insanlar neredeler yahu? herkes patates spor.
insanın içinde sevgi kalmayınca nasıl bir boşluk oluşuyormuş... şimdiye dek hiç yaşamamıştım. kimseyi, hiç bir şeyi, çevrendekileri, çiçeği, böceği, hayatı sevmeyince buz kalıbı gibi oluyor insan. duruyor... öyle bir boşluk oluşuyor ki, ancak başka güçlü bir duyguyla dolabilir. nasıl nefret dolu olabileceğimi fark edince öyle ürktüm ki... ancak şimdi anlayabiliyorum. artık nefret edebiliyorum.

18 Temmuz 2008 Cuma

limonata tadında

ali muhiddin hacı bekir'in eminönü'ndeki güzelim dükkanına bir hışımla, kendime son derece güveniyormuş gibi görünerek rank diye girdim. ne istediğimi biliyorum, hemen alıp çıkacağım. gözlüğümü çıkardım. kasaya doğru yürüdüm, biraz bekledim. kasadaki arkadaş "buyurun hanımefendi" dedi. bir daha güvendim kendime. "şu çikolatalı lokumlardan var mıydı?" diye sordum. oteldeki arkadaşlara birşeyler götüreyim istiyorum. akşam beş çaylarında kurabiye, poğaça ikram ediyorlar, öğlenleri yaptıkları patlıcanlı güveci, bulgur pilavını benimle paylaşıyorlar ya, biraz ayıp oluyor. "hemen efendim." ama acentedekilere de ayıp olacak. " iki tane yarım kiloluk paket almak istiyorum". bir yandan da etrafı kesiyorum. ne kadar güzel dükkan, her yeri eski, dökülüyor, kapıdaki kadınlar açık pencereli mermer tezgah üzerinden hindiba şerbeti veya limonata alıp dikiyorlar kafalarına serin serin. "limonata ikram edelim mi size, içer misiniz?" amanin, içmez miyim? yoksa eşek kadar pahalı mı bu aldığım lokumlar? niye birşeyler ikram etmek istiyorlar? ekabir müşteri durumuna mı düştüm? "ne kadar kilosu?" "yarım kilosu 24, iki paket toplam 48 YTL efendim". ohara junction into the subject. ne kadar pahalıymış! iptal edemeyiz şimdi. birden panik oluyorum. çaktırmayalım. neden cebi dolu, zengin müşteri konumuna düştüm ki şimdi? 100 gr alsaydım ikram edilmez ki ama. "tamam iki paket olsun." "limonata?" off bee. içmeyi de o kadar istiyorum ki, iki kere baktım limonatanın şırıltılı şelalesine. "peki, çok teşekkür ederim, çok naziksiniz" allam ne kadar pahalı birşey almış olmalıyım ki, adam cidden müşteriye ayıp olmasın modunda limonata ikram ediyor." oturmak ister miydiniz?" yapma abi ya.. ne halt ettim ben ? palaks bardakta buz gibi, üzeri terli limonata geliyor. adam hiç üşenmemiş, ikram nasıl olsa, fazla doldurmayayım dememiş, ağzına kadar doldurmuş. hiç dökmeden de getirdi. bardak yapış yapış da değil. "çok teşekkür ederim, sağolun" bir yudum alıyorum. limonata o kadar güzel geldi ki, kafama dikip bitirmemek için zor tuttum kendimi. ona kadar saydım, bir yudum daha. ona kadar say, aman dibinde o minik limon lifçiklerinden de var. naneli mi ne? "lokum da alır mıydınız?" abi yapmayın, can evimden vurdunuz beni. gitti paralar diyorum ama yemeden de edemiyorum.
pakedi bir güzel rafyayla sarıyor kasadaki terli adam, rafyaları da makasla kıvırttırıyor, bir güzel bayramlık şeker ambalajında tek tek torbalara koyuyor aldıklarımı. cüzdanımdaki tek elliliğe bakıyorum, kredi kartıyla mı ödesem? adam bana iki YTL uzatınca onu almasam mı, limonata ikram etti ya, bahşiş gibi olur. ama o zaman elli lira vermiş olacağım, niye kastım ki ben o kadar? "teşekkür ederim." "yine bekleriz efendim". biraz zor gelirim buraya ben bu sene . bunu unutmam zaman alacağına göre... ya bana da ikram etmezlerse lokumu verdiğimde, hepsini yerlerse? yok yahu, ikram ederler. nasıl oldu, ben nasıl zengin müşteri klasmanına girdim. "iyi günler hanımefendi." "hayırlı işler". kapıdan çıkıyorum. elimdeki paketler elimde değilmiş gibi hızlı hızlı, kendimden emin adımlarla yürüyorum. gözlüğümü de taktım. aha da yoldaki araba durup bana yol verdi. allam nasıl oldu bunlar? bir koşuda eve gidesim var ama hava çok sıcak. limonatanın şekeri ağzımın kenarına yapışmış, yalanınca tadı yine geliyor ağzıma. çok güzel gitti bu sıcakta...

15 Temmuz 2008 Salı

neredeyse kafam kadar bir boşluk bu içimdeki.. şeytan diyor ki kopar at; yenisi çıkmasın. yarım kalanları tamamlayamadan.